Ateşte Yeşermek

Günümüzde mânâsı pek de kolay anlaşılmayan kelimelerden biridir levh-i mahfûz ya da namıdiğer kader. Kabaca, “Net  ana yolları Hak tarafından tayin edilip cüzi irademizle yol ayrımlarına kırdığımız direksiyondur.” demek anlamamızı kolaylaştırabilir mi? Buna bir Yunus Emre ile özdeşleşmiş zikirce “bilmem” derim.

İdrakimizi güçlendirmek adına, bir  de şu müthiş cümleye göz değdirelim: “Kalbin atışı kaderin sesidir.” Doğru ya, yaşıyor olmak veya yaşam saatimizin durması da kader değil midir? Bu cümleyi de es geçmek olmazdı, “Kader, herkese bir görev vermiş, herkesi yaratılışına göre bir derde uğratmış, bir işe koşmuş.” O hâlde bazılarımız için,”Tırtılın kaderinde kelebek olup güzel ölmek vardır.” diyebilmek pekâlâ mümkündür. Fakat bir kısmımız için durum bu kadar iyi olmayabilir. Tüm olumsuzlukların faili olarak kaderi mimlemek doğru değildir. Hâşâ, alın yazısını kabul etmemek yaratıcıyı suçlamaktır. Razı gelmesi gereken O, iken biz ondan nasıl razı gel(e)meyiz? İhtimali söz konusu bile olmamalı. Üstelik bir imtihânda olduğumuzun bilincinde olarak hareket ettiğimizi varsaymak istiyorum. En azından içimizdeki inanmışlar  için. Fakat yine de acz yüklü olduğumuz da bir gerçek. Bence kaderi kabullenmemek (daha doğrusu istemediğimiz yönleri) konusunda günah keçisi aramak yerine, suç ibresi yalnızca kalbimizin kutbunu göstermeli. Evet, kadere teslimiyetin insanı kaygılardan uzaklaştırdığı da  bir gerçek. Ama tüm sorumluluğun kişide ya da sadece kaderde olduğunu varsaymak büyük bir seraptır.

Bir de satranç tahtası nazarıyla bakalım mı hayata? Koşmaktan bahsetmiştik bir alıntımızda. Kimimiz at gibi çetrefilli bir yolla kimimiz ise vezir gibi sağa da sola da veya çapraz yollara dahi kolayca atmıştır kendini. Ama konumuz yön tayiniyle sınırlı değil. Asıl meselemizin kaderin tanımından daha uç ve daha derinlik barındırması gerektiğini düşünüyorum. Şunun gibi “İbrâhimvâri  olmak ateşteki odunları yola saçılmış güller hâline getiriyorsa, aksi durumda, “Kaderi tenkid eden başını örse vurur, kırar.” cümlesi zannımca üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin sayısız yerinde tespitinden biridir.

Gelgelelim hayat satrancımıza.Oyun bittikten sonra siyah ve beyaz taşlar aynı yere konur. Ama önemli olan Ankebût suresinin 64. âyetinde değinildiği şekliyle: “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” mânâsını anlayarak oyun bittikten sonra kazanan mı yoksa kaybeden mi olduğumuzla ilgilenmektir.

Velhasıl-ı kelâm, yol bellidir; direksiyonu çiçekli yola veya çamura kırmak ise bizim elimizdedir.

“Bir incelik…” diyor şair

“Kitap sitede yoksa var gibi göstermek de kul hakkı değil midir?” diye sorduğumda kul hakkını duyup hediye etmek isteyen satıcı abinin inceliği çoğalsın istiyorum yeryüzünde.
“Ricamı,samimi dua kabul et Rabbim” diyorum sesli olmayan bir şekilde.
Hiçbir gönlü incitmeden dâr-ı dünyadan geçmek düşüncesi de çiçeklenir beynimde,
Çokça kelimeyi kullanmadan anlaşılmak isteğim de…
Beklentim yükseklerde mi? böyle inceliklerle insanları bir görmekle?
Ezmedim kimseyi bu cümlemle
fakat hep açıklama gereği duymaya mahkûm edilmiş dilimle
Yorulmaktan da bitap düştük e hâliyle belki ahâliyle
Kafam dolu, biraz yeniliklerin tohumu biraz yenilmişliklerin tortusu,
Yine de kalbim rahat
en az kafamın beş-on katı kadar
Nedeni çok basit daha doğrusu El-Basıt’tan,
İçinde her daim iyi sebepler ve bu sebepleri yaratana olan güven var: “Umutsuz olma!  Allah, yorulanların da Rabbidir;
yanılanların da
yenilenlerin de…”

Anadoluda Bir Çınar

Kâf Dağı zerrem değil ayû güneş bana kul Aslım Hak’dır şek değil nâm oldu insan bana… 

 (Kâf Dağı benim vücûdumun yanında hücrem bile değildir. Ay ve güneş, etrafımda dönen,bana hizmet eden bir hizmetçidir. Benim ismine insan denildi fakat hiç şüphesiz benim aslım hak’dır…) der bizim Yunus. Evet,bizim Yunus; Anadolu halkına kendi alfabeleriyle aşkın özünü fısıldayan halk şairimiz. Risâletü’n Nushiyye(Öğüt kitabı) ile öfkeyi, kıskançlığı,kin ve kibir gibi huylarla savaşı konu edinen 13.-14.yy’da nefes almış önemli bir şahsiyet. Mevlana gibi yücelerin övgüsüne mazhar olmuş, çağdaşlarından etkilenmiş ve hatta şiirleriyle etkilemiş şairimiz. Divanında milli ölçümüzle yazılıp; günümüzde tespit edilmiş 417 şiiriyle, geçmişle geleceğimizi gönül köprüsünde birleştirmeyi başarmış usta ilâhi yazarımızdır. Hatta “ilâhi” türünü musikiye de kendileri  kazandırmış olan Yunus Emremiz. Düşünüyorumda, bugün enstitüsü kurulmuş olan İslam mutasavvıfımızın, küçükken Kur’an kursları olsun eğitim kurumlarında olsun ilahilerini anlayarak okumak büyük bir nimetmiş. Nedenine gelince; Arapça ve Farsça kelimelerin haddinden fazla  havada uçuştuğu bir dönemde, Eski Anadolu türkçesini  edebileştirebilmek  ve anlamı günümüze kadar  muhafaza etmek her yiğidin harcı olmasa gerek. Bunu yapabilen bir elin parmaklarını geçmeyen insanlardan biri de, kendine miskin diyen Yunusumuzdur. Hem böyle akıcı bir üslupla yazılmasalardı, Horasan’dan başlayan dere misali  Ahmet Yesevi’nin hikmet geleneği, anadolumdan geçerken Yunus’un ilâhileriyle Rumeli’ye selam vermezdi. Batı Anadolu’dan da geçen bu suyu tatlı dere, geçtiği her yerde Allah aşkından, insana olan muhabetten izler bırakmış. İzi süren herkes bu derenin kaynağını merak eder olmuş. Dünyanın gündemi geçte olsa artık: “Varoluşun  yüklediği anlamın özünü aramak “olmuş. Tıpkı Yunus’un Hakk’a nefes alırken ulaşmak istediği “İnsan-ı Kamil/er kişi” amacındaki yola  koyduğu başı gibi baştaki akıllar bu yola evrilir olmuş. Bu topraklar”Sevelim sevilelim”e 700 yıldır aşinalar. 200’lük kağıt banknotlara; zannımca dünyaya önemli değerimizi göstermek için çizildi ki insanım diyen herkesin hakkında bir rivayet dâhi olsa bilmesi gereken biri olarak görüyorum. Bunu UNESCO’ca da Hakk’a ulaşma/vuslatının anma törenleriyle de duymayanlarında artık  duyacağını temenni ediyorum.

   Eğer hâlâ yaşamanın sancısıyla nefes alıp veriyor olsaydı, kendini şu dizedeki gibi mütevaziliğiyle yine bizi hayran bıraktıracak mıydı? diye merak ediyorum ama galiba cevabı sizin gibi ben de pekâla biliyorum: Cümle şâir dost bahçesi bülbülü

Yunus Emre arada dürraclana… Günümüz Türkçesi’yle söyle demek istiyor: Bütün şairler dost bahçesinin bülbülüdür, Yunus Emre turaç kuşu gibi garip ve acaip sesler çıkararak dolaşır…

Yıllara meydan okuyan ilahilerinden sonra kendisine “turaç kuşu” diyen gönül adamımızın dediklerinden sonra yazdıklarımıza bir nokta olarak bakmak bile, bence haksız bir iltifattır. Nokta demişken ;Yunus’un şu sözü geldi aklıma: “Kendimi bir nokta olarak gördüğümde,Bir bakmışım ki anlamlı bir cümlenin sonundayım…” Yine farkettiysek mütevaziliğinden hiç taviz vermemiş.

   Hacı Bektaşi Veli gibi bir hazeretten, buğday isteme olayından, Tabduk Emre’yle 40 yılı devirdikten sonra “nefsini terbiyeyle” heybesini doldurmuş bir zat hakkında suç; biçare kalemde değil, aklı hâlâ başındayken onu anladığını sanarak yazmaya kalkışan bizlerdedir. Belki kendisinin de dile getirdiği: “Ne elif okudum ne cim…” dizesindeki gibi hiç alfabe(eğitim) bilmiyordur. Ya da bildiklerinin Hakk’ı bilmeye yetmediklerini düşünüp onlara hiç bilmiyorum hükmü yüklemektedir, bilinmez. Ama anlayan kalpler için, Farabi gibi bir çok mutasavvıf/islam felsefecisi vs.nin de bahsettikleriyle hep aynı kapıya çıkmaktadır. Tabiî ki bu kapı,”erdemli insana” yani Hz.Muhammed (s.a.v)’e açılır. O kapı ki alemin yaratılış vesilesi, Hakk’ın elçiliği,ümmetin şefaatleriyle kurtuluşudur. Bu nedenledir ki; bizim Yunus, bazı şiirlerinin baş köşesinde onu misafir etmiştir. Hem bakılınca hepimizin gayesi Yunus’un takip ettiği bu yolu, yürümek değil midir? O yolda göze gelecek tozu, ayağa takılacak taşı, kalbe düşecek korkuyu defetmenin formülü de “insan-ı kamil”i temsil edene benzemek değil midir?

Yunus, insana bir nefes üfürmesiyle can verip, kutsiyet atfeden Allah’a olan aşkını şu sözleriyle: “Yaratılanı severim, Yaradan’dan ötürü”  kanıtlayalı epey oldu bile… Merhameti, şefkati, “Gelin tanış olalım.”  demesiyle birliği öğütleyerek her kalemini oynattığında insanlığa Hakk davetini sürdürdü. Bunun yanında yüksek insanî özelikleri yani insanın kendini bilmesiyle ancak doğruya, güzele ulaşabileceğini de öğütledi.

Etraflıca bir durup düşününce; ne kadar varlığın zirvesine erişmek için çabalarsak o kadar Hakk’a yakınlaşmış olacağız sonucuna varamadan edemiyorum. Bu da ancak tüm kusurlardan münezzeh bir yaratıcı tarafından inşaa edilmiş sanatı görebilmek ve sevebilmekten geçiyor. Buna bildiğim kadarıyla Hakk’ın Nuru ile bakmak da diyorlar. Evet, bakmak. Gerçi bakmak ve görmek ayrı şeyler. Ama bir de bunlardan ayrı bir parantez açmamız gerekiyor; çünkü, her şeyi gözümüzle görüyor olsaydık, rüya alemindeki gördüklerimizi hangi göze yorardık… Burası tam olarak vahdet-i vucûd bilinciyle hareket etmiş olan Tabduk’un talebesi Yunus’un nefis terbiyesinden bahsediyor. Bazı konuları görebilmek, anlamak ancak maddiyunluktan/ dünyadan soyutlandıktan sonra verilen mükâfatın adı oluyor. Şiirleri ne ise Yunus da o dur. Onu en güzel eliyle tuttuğu  kalemi anlatır. O kalemin mürekkebi belli ki gönlünden akıttığı saf ve samimi muhabbeti olmuş. Bütünüyle yazdıkları aynı kaynaktan besleniyor olsa da, her birinin verdiği tat birbirinden güzel birbirinden ayrıdır. Bugün kabrinin yerini tartıştığımız gibi onu bir düşünce sistemine dahil etme tartışmalarını da bir kenara bırakalım. Bu sadece kabına sığmayan nadir yüceliği, küçültmek olup belirsizlik ızdırabımızı dindirmek olur… Hem o yıllar geçtikçe değerine değer katıp, dizeleriyle tarihi dize getirmiş. Yok bilmem; sadece mistik, panteist ya da insan seven (hümanist) olarak dar kılıflar biçmeyelim. Tabiri caizse; tarihe kafa tutmuş gönül ehlini, sadece felsefeyle değer biçerek değerini aksi yönlere çekmeyelim. İslam’ı hakkıyla anlayıp, yaşamaya gayret etmiş elinden gelenin fazlasını gönlüyle tamamlamıştır. Tebliğ yani aşkını yayma kısmına gelince yazdıkları hâlâ bile okunuyorsa bu konudaki başarısını tartışmamız biraz abes olur. Kendini ifade ettiği dizeleriyle ruhumuzun gıdasını vermeye devam edelim: “İşit Yunus’u işit uş yine deli olmuş. Erenler manasına daldım ise ne oldu?” (İşit Yunus’u işit!İşte yine deli olmuş. Erenlerin manasına daldım ise bunda şaşılacak ne var?) Nihayet o aradığı mana özüne ulaştığını belirtmiş ve bunun normal bir durum olduğunu belirtmiştir. Delilikten kasıt meczupluktur. Hakk’ı ararken gözünün başka bir şeyi görmemesi, aklın sadece onunla ilgilenmesini dile getirmiştir. Beşeri aşkta;”Mecnun’un Leyla’sına aşkı da böyle ama”dediğinizi duyar gibiyim fakat o aşık olduğu karşı cinsi yaratan ve o aşık olma duygusunu kalbine koyan da Allah’tır.Beşeri aşk burda ancak “ilâhi aşka”ulaşmanın bir aracı olmuştur. Aşkı yeri gelmiş şu şekilde tarif etmiştir: “Aşk,aşıkların gönlünü_bir demirci körüğünün demiri ısıtıp eritmesi gibi-kaynatıp eriten güçlü bir körüğe benzer. Bu hâl âşıkları hâlden hâle geçirip temizler ve sonunda saf bir gümüşe benzetir…” İlahi aşkın tanımı çoktur bizim aşk adamında. Samimi bir ila(nı)hî aşk itirafına daha yer verelim burada:Âşıkın gönlü sevgilisini buluncaya kadar karar etmez. Onun bu hâli havada kararsızca kanat çırpıp duran bir dala konamayan kuşa benzer. Sizi bilmem ama ben özellikle bu cümlelerinden sonra, kararsız çırpınıp duran kuşu bizim “turaç kuşu”na benzettim. Kendini tarif ettiği bu dizelerinin hepsi daha öncede dediğim gibi birbiriyle tutarlı ve aynı kapıya açılıyor. Tarif demişken ne derlerdi; “tarif yemek yaparken işe yarar, duygu ise yaşanır”. Bizim turaç kuşu da duygularını yaşarken yazmış olmalı ki içtenlikli şiirleri zaman geçtikçe gençleşti ve tazelendikçe güzelleşti. Gönüllerimizinde dervişliğini üstlendiğinden habersiz, 81-82 yaşlarındayken doğduğu yer olduğu da sanılan Eskişehir Sarıköy’de dünyada arayıpta sadece varlıklarda görebildiği aşkına, sıladan ayrıldıktan sonra  ancak vuslata erdi. Bu bizim şahit olduğumuz kadarıydı. O yaşarken gerçek aşk ateşiyle yanıp kül olmuş olacak ki şu dizeleri vuslatından önce ölümsüzleştirdi: “Gel ey gözüm ağla gülmezem ayruk. Cânım dosta gider gelmezem ayruk.” (Ey gözüm gel ağla! Ben artık gülemem. Cânım dosta yöneldi, artık bir daha geri gelemem…)  Nurlar içinde…

BAYRAK OLMAK

Ben Türk’üm, Türk esir olmaz. Ben Türk’üm Türk bayraksız olmaz. Ben Türk’üm Türk devletsiz olmaz.Ben Türk’üm Türk ezansız olmaz. Ben Türk’üm Türk hürriyetsiz olmaz.Merhum Muhsin Yazıcıoğlu ne güzel özetlemiş aslında bugün karmaşık tanımlamalarla belirsizliğe boğduğumuz bayrağımızı.Rivayetlere bakılırsa bayrağımız çok maceraperestmiş.Kimi kaynaklarda Türkçe’de mızrak anlamına gelen “batraktır”.Uygurlarda bu batırmak saplamak anlamına gelir.Bu yüzden toprağa saptrılan mızrak üzerinde hanedanı simgeleyen renkli kumaşlar bulunurdu. Zamanla da bayrağın anlamı “dalgalanan milli simgeye”doğru kaymıştır.Bunun dışında benzer bir tanımlamaya daha göz atacak olursak Kün-Ay tamgasıdır. Yani Güneş ve ay.Bunun ilk formları Hakasya’da ve Göbeklitepe’dedir.Bu da kültürler arası etkileşimde bulunulduğunu göstermektedir. Yapıtların üzerine çizilmiş desenlerde Güneş ve ayı görmek mümkündür.Güneş bugünkü yıldızı temsil etmektedir.yuvarlak şekilde ve orijininde siyah küçük bir nokta barındırmaktadır.Bunu aydınlığın karanlığa galip gelişi şeklinde algılayabiliriz.Bu nedenledir ki bayrak yeniden doğuş ve dirilişi simgelemiştir. Başka bir kaynağa göre ise sıkça duyduğumuz bir anlamlandırma mevcuttur. Bu I.Kosava Savaşı (1389) sırasında Sırplarla mücadelede çok kan dökülmesidir.Sonuçta Osmanlı’nın galip gelmesinin ardından biriken kan üzerine yansıyan hilal ve yıldızdır.28 Temmuz 1389 yani I.Kosova Savaşı’nın olduğu gün farklı bir gökyüzü gerçekleştiğini iddia edenler var.Jüpiter ve ayın aynı hizaya gelmiş olması, bugünkü bayrağımızın hilalinin uçlarından ipucu sunmaktadır.Çünkü yıllar geçtikçe bayraktaki hilalin aslında bu tezi doğrular hâlde şekillendiğini söylemek mantık dışı kalmaz. 1844’te Abdülmecid döneminde alınan bir kararla 8 köşeli yıldız,5 köşeli haline dönüştürülmüştür. Bazılarına göre Hilal İslâmı beş köşeli yıldız da İslam’ın şartlarını (5) simgelemektedir. Güneş’in de yıldız ailesinin bir üyesi olduğunu düşünürsek ve İslam beldelerinin bayrakların da Hilal ve Güneş’e yer verilmesi tezi doğrular nitelikte olabilir.Benim naçizane fikrime göre Türk bayrağıyla ilgili tanımlamaların bir çoğu doğrudur. Bunların yıllara göre değişimi de ilginç bir durum değildir.İnsanın biyolojik büyüme ve gelişimi gibi devlette yıllara göre bu işlevi yerine getirir.İhtiyaçlar doğrultusunda dini,siyasi,etnik yapı vs.nedenlerden ötürü anlam yüklemesi de ihtiyaca göre şekillenmiştir. Türk bayrağı al bayraktır.Çünkü yermek için nasıl karalamak kelimesini kullanıyorsak övme ve yüceltme olayında da allamak kelimesini kullanırız.Allamak pullamakta burdan geliyor olmalı.Kırmızı kelimesi lugata yabancı lügattan giriş yapmıştır.Anlamı korumak açısından al sancak dilimize yatkındır.Duyguyu sadece rengiyle değil bazen göndere gönderilen bayrağın yarıya çekilmesiyle de verebilir.Bazen deyimlere önderlik eder bazen şiirlere ruh olur.Rengi ve şekli kardeşlerimizde değişiyor olsada manen ve kalben bir kumaştan çok daha fazladır. Yeri başımızın üstüdür.Bazen çok daha ötesinde 100 metre karelik direk ve 300 metre karelik büyüklükle ülkenin kalbinde 50.yıl parkındadır. Düşmanın bile sabit durduğundan emin olduğu bir yer vardır o da her Türk’ün ve yüreği Türklerle beraber çarpanların kalbidir…

Bize Her Gün Bayram

Nedenini tam olarak bilmiyorum ama sınıfa geç kalmış öğrenci gibi hissediyorum. (Uygulamadaki sorundan da olabilir:)  “Hani bana da şeker?” diyen kuyruğun sonundaki çocuk gibi de:) “Ehheheh he çocukların kötülüğünü görmeyesin, daha nice bayramlar yaşayasın, Allah sağlık sıhhat versin…” diye ezbere bir çırpıda söylenmiş bayram klasiği cümle  gibi de hissediyorum.  Yine de eheheh he he mübarek bayramınızı tebrik ederim len 1 ka topluluğu… Harçlık olarak da okur puanı ekleseniz kâfi. Çünkü tanışma  mecralı kızların kullanıldığı reklamlardan erken kurtulmak istiyorum da
Eid mubarak. ( Yani İngilizce bildiğimi sansınlar)

Bedelsiz Mutluluk Mu?

Dün gündüz markete gitmiştim. Ardımdan annesinin arkasından hoplayıp zıplayan kuzu gibi bir minik geliyordu. Annesi raflarda hararetli hararetli bir şeyler arıyordu. Ben kasaya vardığımda yüzündeki endişe yerini umutsuzluğa bırakmıştı. Kendisinin ve yavrusunun elini boş görünce aradığını bulamamıştır diye düşündüm. Tam olarak  kapıdan çıkmaya niyetlenmiştim ki, üstünkörü söylenmiş olan ama beni yol boyunca düşündürten şu cümleyi kadın, kasiyere söyleyiverdi: ” Güzel şeylerin devamı neden gelmez ki?”
Kasiyer önce bir afalladı sonra da ya sözde soru cümlesi  sandığından ya da verecek makûl bir cevap bulamamaktan olsa gerek; biraz bakıştıktan sonra sustu.
Elimde poşet ücreti vermemek:) için kucağımda aldıklarımla dönüş yolunda kendi iç sesime  cevap verdim: ” Bedelini ödemeden güzel şeyler devam etmiyor, şu önceleri bedava olan basit poşet gibi….”

Cuma Hayırlıdır, Hayrı Üzerimize Olsun

“Toplanmak, bir araya gelmek anlamındaki “Cem” kökünden türetilmiş olan bir kelimedir Cuma. Aynı zamanda Cum’a (Cumua, Cumaa) kelimesi, Kur’an-ı Kerim’in 62.sûresinin de adıdır. Bugün sadece Cuma mesajlarına indirgediğimiz basitlikte hiç değildir. Müslümanların bayramı demekle yetineceğimiz kadar faziletleri az olan bir gün de… Hatta tam tersi hadisi şeriflerde şöyledir: “Günlerin en kıymetlisi Cuma’dır. Cuma günü bayram günlerinden ve Aşûre Günü’nden daha kıymetlidir. Cuma dünyada ve Cennette mû’minlerin bayramıdır. O Kurban ve Ramazan günlerinden de kıymetlidir.” şeklinde geçer. Bu kadar önem arz eden günü sıradan bir günmüş gibi yaşamak o günle birlikte kendimize de haksızlıktır. Sevabın çokça yazıldığı bu günde, günahlarımıza da dikkat etmekte çokça fayda vardır. Cuma günü veya gecesi ölen mû’min şehid olur. Cebrail(a.s),Yahudi ve Hristiyanlar Cuma gününün kıymetini bilselerdi,Yahudi ve Hristiyan olmaktan korunurlardı demiştir. Hz. Musa’nın da Cuma gününün önemi işittikten sonra Ümmet-i Muhammed’den olmayı isteyecek kadar ehemmiyetlidir Cuma. Bu günde duanın kabul olacağı bir an vardır, bu an hutbe ile Cuma namazi içindedir. Duanın reddedilmediği bu ana ulaşmak için Cuma’yı sürekli mağfiretle, tebessümle iyi amellerle geçirmeye çalışmak en doğru karar olur.Dûnyevi işlere kısa bir ara vermek uzun sürede kalıcı fayda verecektir.
Cumanın hayrı hepimiz üzere olsun…

Hangi kadın Hangi hak

“Suriye’de” 2011 yılından bu yana namusuna leke sürenlerle, açlıkla, evlatlarının acısıyla, vatansızlıkla mücadele eden “kadınları”, “Afganlı kadınların” yine benzer nedenlerle çektiği çileleri, “Afrika’da” bulaşıcı hastalık bahanesiyle vurulan aslında aşılarla  kısırlaştırılan “anneleri” bugün Ukrayna’da bile sırf siyahi bir kadın olarak doğduğu için ülkeden  çıkışını zorlaştıran hatta izin vermeyenlerin ırkçılığını iliklerine kadar hisseden “kadınları”, 28 şubat sürecinde sırf başörtülü diye kapı dışarı edilen “ablalarımızı”, daha geçen yıllarda İstanbul belediye … genel sekreterliği tarafından aşağılanan çalışan “tesettürlü hemcinslerimizi” düşününce 129 kadın işçinin yandığı günü, sözde  indirim etiketleriyle “kutlayanları” gördükçe değil, tüm dünya kadınlarına eşit davrandıkları zaman bir mum yakıp yâd etmeyeceğim. En başta kendim önayak olacağım. Bu eşitliği kadın kolları erkeklerle sağlamak yerine önce hemcinslerimiz arasında sağlasak diyorum. Kalın gül gibi çiçek gibi selametle…
#8martdünyakadınlargünümüsahi

Baş örtüsü hâyâ örtüsü

Ne yazık ki, bugün çoğu müslüman kızda başörtüsü; dudak büzme, boneden saç çıkartma ve yüzü taş bebek gibi badana yapmak anlamında moda!
Kur’an’da böyle bir tesettür anlayışı yok.
“Siz kimi kandırıyorsunuz” der insan bir düşünün?
Allah için namusunu koruyorsa neden Kur’an yerine modayı/ insanları örnek alıyorsunuz?
Artık üstü Mekke, altı Paris de değil!
Kendini tamamiyen şaşırmışlar…
O kadar çile sizin bu dar pantolon, mini tunik ve ayak bileğini gösterme telaşınız için çekilmedi. Sırf dudakların botokslu gibi olsun, bir ruj bitirip başına patlak renk şal takasın ve “instgramda ben de varım, modernim mantığıyla” İslâm’ı boynu bükük bırak diye terkedilmedi o okullar, ödüller. Ne mi oldu 28 Şubatta? Sırf yönetime karşı birtakım  inanç özgürlüğünüzü kabul etmeyen, laik insanlar, irtica yani geri kafalı diye ablalarımızı 1997 sürecinde İstanbul Üniversitesini kazananlar okula devam edemedi. Gözaltına alındılar. Başarı ödüllerini alamadılar. Utanç odalarında zorla “başınızı açın! Yoksa sizi barındırmayız ve okuyamazsınız” denildi. Her şeye rağmen başörtülerinden vazgeçmediler.  Sen güzel ve genç kardeşim! Güzelliğine ve en başta dini inancına bağlı isen, Kur’an’ı bir kere açıp bakmaya tiktok afâkiliğinden ve instgramda her şeyini elaleme sunmaktan zaman ayırıp okuduysan, neden badana yapar gibi makyaj yapıyorsun? Neden başörtün kafandan uçacak kadar minik? Boynun neden açık ya ayak bileklerini görünmese havan mı azalacak. Binlerce erkek instgramda amaçsız paylaştığın fotoğraflarına salyası akıp bakarken daha mı güzel hissedeceksin? Kendine saygın ve sevgin olması için  Islâm’ı bu hâle mi düşüneceksin? Bir like için kendini sunmak, İslâm’ı  yarım yaşamak bize yakışıyor mu? Dışardan başörtüsü nedir niçin takılır? ile alakan olmadığını aklı başında her insan anlıyor.  Bu bile bize utanç olarak yeter. Eğer hâlâ 28 Şubat’ta çekilen çilelere bakıp ben niye ınstagram ve tiktokta fotoğraflarımı sunuyorum? Diyebiliyorsan geç değildir. Amacım kılık kıyafetize karışmak değil! “Elhamdülillah müslümanım” dediği dinini yarım anlamış kız kardeşlerimi uyarmak. Haddime değildir. Evet. Ben sadece dinimiz gereği uyarı yapıyorum.  Gerisi sizin aklınız ve kalbinize kalmış.

Sabır eyle

Çoğu zaman hatırımıza getiremediğimiz kavramlardan biridir sabır. Özelikle öfkelendiğimiz anda kovarız onu. Sanki Hz.Eyyub hastalığa ve sıkıntılara karşı onunla siper olmamış gibi. Hz.Yusuf kuyuda ve zindanda onunla dost olmamış gibi…Ya Hz.İbrâhim’in sabrı için ne demeli: Alevler gül bahçesi şeklinde bitmedi mi?
Hz. Yunus’a deniz altı gezisini kazandıran teslimiyetin adı neydi peki?
Sevgililer sevgilisi,gül kokulu peygamber efendimiz(s.a.v) hangi konuda sınanmadı ki,  karşısında sabır kılıcını kuşanmasın.

Tüm bu sebeplerin, sebepleri yaratandan geldiğini unutma. Sınavı sınav yapan sadece sorunlar değildir. Tevekkül edip sabırla teslim ol. Vakti gelince sabır bizi gül bahçesinden öte tüm güzelliklerin ebedî yurduna ulaştırır.