Anadoluda Bir Çınar

Kâf Dağı zerrem değil ayû güneş bana kul Aslım Hak’dır şek değil nâm oldu insan bana… 

 (Kâf Dağı benim vücûdumun yanında hücrem bile değildir. Ay ve güneş, etrafımda dönen,bana hizmet eden bir hizmetçidir. Benim ismine insan denildi fakat hiç şüphesiz benim aslım hak’dır…) der bizim Yunus. Evet,bizim Yunus; Anadolu halkına kendi alfabeleriyle aşkın özünü fısıldayan halk şairimiz. Risâletü’n Nushiyye(Öğüt kitabı) ile öfkeyi, kıskançlığı,kin ve kibir gibi huylarla savaşı konu edinen 13.-14.yy’da nefes almış önemli bir şahsiyet. Mevlana gibi yücelerin övgüsüne mazhar olmuş, çağdaşlarından etkilenmiş ve hatta şiirleriyle etkilemiş şairimiz. Divanında milli ölçümüzle yazılıp; günümüzde tespit edilmiş 417 şiiriyle, geçmişle geleceğimizi gönül köprüsünde birleştirmeyi başarmış usta ilâhi yazarımızdır. Hatta “ilâhi” türünü musikiye de kendileri  kazandırmış olan Yunus Emremiz. Düşünüyorumda, bugün enstitüsü kurulmuş olan İslam mutasavvıfımızın, küçükken Kur’an kursları olsun eğitim kurumlarında olsun ilahilerini anlayarak okumak büyük bir nimetmiş. Nedenine gelince; Arapça ve Farsça kelimelerin haddinden fazla  havada uçuştuğu bir dönemde, Eski Anadolu türkçesini  edebileştirebilmek  ve anlamı günümüze kadar  muhafaza etmek her yiğidin harcı olmasa gerek. Bunu yapabilen bir elin parmaklarını geçmeyen insanlardan biri de, kendine miskin diyen Yunusumuzdur. Hem böyle akıcı bir üslupla yazılmasalardı, Horasan’dan başlayan dere misali  Ahmet Yesevi’nin hikmet geleneği, anadolumdan geçerken Yunus’un ilâhileriyle Rumeli’ye selam vermezdi. Batı Anadolu’dan da geçen bu suyu tatlı dere, geçtiği her yerde Allah aşkından, insana olan muhabetten izler bırakmış. İzi süren herkes bu derenin kaynağını merak eder olmuş. Dünyanın gündemi geçte olsa artık: “Varoluşun  yüklediği anlamın özünü aramak “olmuş. Tıpkı Yunus’un Hakk’a nefes alırken ulaşmak istediği “İnsan-ı Kamil/er kişi” amacındaki yola  koyduğu başı gibi baştaki akıllar bu yola evrilir olmuş. Bu topraklar”Sevelim sevilelim”e 700 yıldır aşinalar. 200’lük kağıt banknotlara; zannımca dünyaya önemli değerimizi göstermek için çizildi ki insanım diyen herkesin hakkında bir rivayet dâhi olsa bilmesi gereken biri olarak görüyorum. Bunu UNESCO’ca da Hakk’a ulaşma/vuslatının anma törenleriyle de duymayanlarında artık  duyacağını temenni ediyorum.

   Eğer hâlâ yaşamanın sancısıyla nefes alıp veriyor olsaydı, kendini şu dizedeki gibi mütevaziliğiyle yine bizi hayran bıraktıracak mıydı? diye merak ediyorum ama galiba cevabı sizin gibi ben de pekâla biliyorum: Cümle şâir dost bahçesi bülbülü

Yunus Emre arada dürraclana… Günümüz Türkçesi’yle söyle demek istiyor: Bütün şairler dost bahçesinin bülbülüdür, Yunus Emre turaç kuşu gibi garip ve acaip sesler çıkararak dolaşır…

Yıllara meydan okuyan ilahilerinden sonra kendisine “turaç kuşu” diyen gönül adamımızın dediklerinden sonra yazdıklarımıza bir nokta olarak bakmak bile, bence haksız bir iltifattır. Nokta demişken ;Yunus’un şu sözü geldi aklıma: “Kendimi bir nokta olarak gördüğümde,Bir bakmışım ki anlamlı bir cümlenin sonundayım…” Yine farkettiysek mütevaziliğinden hiç taviz vermemiş.

   Hacı Bektaşi Veli gibi bir hazeretten, buğday isteme olayından, Tabduk Emre’yle 40 yılı devirdikten sonra “nefsini terbiyeyle” heybesini doldurmuş bir zat hakkında suç; biçare kalemde değil, aklı hâlâ başındayken onu anladığını sanarak yazmaya kalkışan bizlerdedir. Belki kendisinin de dile getirdiği: “Ne elif okudum ne cim…” dizesindeki gibi hiç alfabe(eğitim) bilmiyordur. Ya da bildiklerinin Hakk’ı bilmeye yetmediklerini düşünüp onlara hiç bilmiyorum hükmü yüklemektedir, bilinmez. Ama anlayan kalpler için, Farabi gibi bir çok mutasavvıf/islam felsefecisi vs.nin de bahsettikleriyle hep aynı kapıya çıkmaktadır. Tabiî ki bu kapı,”erdemli insana” yani Hz.Muhammed (s.a.v)’e açılır. O kapı ki alemin yaratılış vesilesi, Hakk’ın elçiliği,ümmetin şefaatleriyle kurtuluşudur. Bu nedenledir ki; bizim Yunus, bazı şiirlerinin baş köşesinde onu misafir etmiştir. Hem bakılınca hepimizin gayesi Yunus’un takip ettiği bu yolu, yürümek değil midir? O yolda göze gelecek tozu, ayağa takılacak taşı, kalbe düşecek korkuyu defetmenin formülü de “insan-ı kamil”i temsil edene benzemek değil midir?

Yunus, insana bir nefes üfürmesiyle can verip, kutsiyet atfeden Allah’a olan aşkını şu sözleriyle: “Yaratılanı severim, Yaradan’dan ötürü”  kanıtlayalı epey oldu bile… Merhameti, şefkati, “Gelin tanış olalım.”  demesiyle birliği öğütleyerek her kalemini oynattığında insanlığa Hakk davetini sürdürdü. Bunun yanında yüksek insanî özelikleri yani insanın kendini bilmesiyle ancak doğruya, güzele ulaşabileceğini de öğütledi.

Etraflıca bir durup düşününce; ne kadar varlığın zirvesine erişmek için çabalarsak o kadar Hakk’a yakınlaşmış olacağız sonucuna varamadan edemiyorum. Bu da ancak tüm kusurlardan münezzeh bir yaratıcı tarafından inşaa edilmiş sanatı görebilmek ve sevebilmekten geçiyor. Buna bildiğim kadarıyla Hakk’ın Nuru ile bakmak da diyorlar. Evet, bakmak. Gerçi bakmak ve görmek ayrı şeyler. Ama bir de bunlardan ayrı bir parantez açmamız gerekiyor; çünkü, her şeyi gözümüzle görüyor olsaydık, rüya alemindeki gördüklerimizi hangi göze yorardık… Burası tam olarak vahdet-i vucûd bilinciyle hareket etmiş olan Tabduk’un talebesi Yunus’un nefis terbiyesinden bahsediyor. Bazı konuları görebilmek, anlamak ancak maddiyunluktan/ dünyadan soyutlandıktan sonra verilen mükâfatın adı oluyor. Şiirleri ne ise Yunus da o dur. Onu en güzel eliyle tuttuğu  kalemi anlatır. O kalemin mürekkebi belli ki gönlünden akıttığı saf ve samimi muhabbeti olmuş. Bütünüyle yazdıkları aynı kaynaktan besleniyor olsa da, her birinin verdiği tat birbirinden güzel birbirinden ayrıdır. Bugün kabrinin yerini tartıştığımız gibi onu bir düşünce sistemine dahil etme tartışmalarını da bir kenara bırakalım. Bu sadece kabına sığmayan nadir yüceliği, küçültmek olup belirsizlik ızdırabımızı dindirmek olur… Hem o yıllar geçtikçe değerine değer katıp, dizeleriyle tarihi dize getirmiş. Yok bilmem; sadece mistik, panteist ya da insan seven (hümanist) olarak dar kılıflar biçmeyelim. Tabiri caizse; tarihe kafa tutmuş gönül ehlini, sadece felsefeyle değer biçerek değerini aksi yönlere çekmeyelim. İslam’ı hakkıyla anlayıp, yaşamaya gayret etmiş elinden gelenin fazlasını gönlüyle tamamlamıştır. Tebliğ yani aşkını yayma kısmına gelince yazdıkları hâlâ bile okunuyorsa bu konudaki başarısını tartışmamız biraz abes olur. Kendini ifade ettiği dizeleriyle ruhumuzun gıdasını vermeye devam edelim: “İşit Yunus’u işit uş yine deli olmuş. Erenler manasına daldım ise ne oldu?” (İşit Yunus’u işit!İşte yine deli olmuş. Erenlerin manasına daldım ise bunda şaşılacak ne var?) Nihayet o aradığı mana özüne ulaştığını belirtmiş ve bunun normal bir durum olduğunu belirtmiştir. Delilikten kasıt meczupluktur. Hakk’ı ararken gözünün başka bir şeyi görmemesi, aklın sadece onunla ilgilenmesini dile getirmiştir. Beşeri aşkta;”Mecnun’un Leyla’sına aşkı da böyle ama”dediğinizi duyar gibiyim fakat o aşık olduğu karşı cinsi yaratan ve o aşık olma duygusunu kalbine koyan da Allah’tır.Beşeri aşk burda ancak “ilâhi aşka”ulaşmanın bir aracı olmuştur. Aşkı yeri gelmiş şu şekilde tarif etmiştir: “Aşk,aşıkların gönlünü_bir demirci körüğünün demiri ısıtıp eritmesi gibi-kaynatıp eriten güçlü bir körüğe benzer. Bu hâl âşıkları hâlden hâle geçirip temizler ve sonunda saf bir gümüşe benzetir…” İlahi aşkın tanımı çoktur bizim aşk adamında. Samimi bir ila(nı)hî aşk itirafına daha yer verelim burada:Âşıkın gönlü sevgilisini buluncaya kadar karar etmez. Onun bu hâli havada kararsızca kanat çırpıp duran bir dala konamayan kuşa benzer. Sizi bilmem ama ben özellikle bu cümlelerinden sonra, kararsız çırpınıp duran kuşu bizim “turaç kuşu”na benzettim. Kendini tarif ettiği bu dizelerinin hepsi daha öncede dediğim gibi birbiriyle tutarlı ve aynı kapıya açılıyor. Tarif demişken ne derlerdi; “tarif yemek yaparken işe yarar, duygu ise yaşanır”. Bizim turaç kuşu da duygularını yaşarken yazmış olmalı ki içtenlikli şiirleri zaman geçtikçe gençleşti ve tazelendikçe güzelleşti. Gönüllerimizinde dervişliğini üstlendiğinden habersiz, 81-82 yaşlarındayken doğduğu yer olduğu da sanılan Eskişehir Sarıköy’de dünyada arayıpta sadece varlıklarda görebildiği aşkına, sıladan ayrıldıktan sonra  ancak vuslata erdi. Bu bizim şahit olduğumuz kadarıydı. O yaşarken gerçek aşk ateşiyle yanıp kül olmuş olacak ki şu dizeleri vuslatından önce ölümsüzleştirdi: “Gel ey gözüm ağla gülmezem ayruk. Cânım dosta gider gelmezem ayruk.” (Ey gözüm gel ağla! Ben artık gülemem. Cânım dosta yöneldi, artık bir daha geri gelemem…)  Nurlar içinde…

Yorum bırakın